Maviş...

Bugün pek bir ferâhfezâ ve bir nebze de beni üzen bir olay yaşadım ki hâlet-i rûhiyemi anlatmak haylî zor... Yinede ifâde etmeye çalışacağım.

Yiğenim için büyük birâderimin almış olduğu bir muhâbbet kuşumuz vardı. Onunla tanışalı çok olmadı ancak hayvanlara olan aşkım, insânlara alışma sürecime nazâran oldukça hızlı olmasını tetikliyor olacak ki bu minik, renginden dolayı “maviş” dediğimiz şirin canlıya çabucak alıştım. Onunla ilgilenip konuşuyordum fırsat buldukça. Nitekim içten içe üzülüyordum bu hayvancağıza. Beni daracık bir göz odaya kapatsaydılar şâyet çok sürmez, ölüden farksız bir varlığa dönüşürdüm. Kaldı ki onun nâçîz bedeninden büyük kanatlarını rahat rahat çırpacak kadar geniş bir alan değil kaldığı kafes. Daha kötü olan şeyde bu zaten. Tahayyül edin ki kanatlarınız var lâkin uçmanıza müsâde yok. Ne büyük bir esâret! Hilkatten gelen bir temâyüze sâhip ki bu büyük ayrıcalık onun ve bizlerin yaratıcısı olduğuna inandığımız Tanrı tarafından bahş edilmiş fakat biz; Tanrı’nın bahş ettiği, müsâde ettiği şeyden onu mahrûm bırakıyoruz... 

Zihnimde onu hürriyete vâsıl etme düşüncesi oldukça şiddetli bir hâlet almıştı. Ancak diğer yandan bu fikrin kararlılığını zedeleyen bir düşünce daha yer edinmişti zihnimde. “Bu hayvan dışarıdaki hayatta canlı kalabilecek miydi?” Şahsen ben bu yavrucağızla empati yapmış biri olarak şunu diyebilirim ki; beşerin esâretinde karnım tok yaşamaktansa, doğa ananın kucağında özgürlüğümle dans edercesine kanat çırparak ölmeyi tercih ederim. 

...bir zaman geldi ki bu şirin mi şirin hayvanı sevmek için kafesten çıkardılar. Bu zarîf hayvanı incitmeden öylesine sevmek istiyordum ki bu duyguyu ifâde etmek gayr-ı kâbildir. Sonunda biraz, hafif dokunuşlarla okşadıktan sonra elime nârin bir şekilde almak isterken benim bu zâafımı bu güzel hayvan bir fırsata çevirdi ve can havliyle bulunduğumuz yerde bir tur attıktan sonra dışarı çıkıp göğe doğru pervâz eyledi... Mevlâna’nın şöyle bir deyişi var ki bu yaşanan olayı çok iyi özetlediğine inanıyorum: “Her duâ nasibine, her nasip vaktine esîrdir.” Bu sözün üzerine bir şey söylemeyeceğim.

Yinede arkasından buruk bir sevinçle, yüzümde huzurlu ve bir o kadar düşünceli bir tebbessümle bakakaldım. Onun için çok mutluydum ancak bir yandan evhâmlıydım. Aşk bu değil midir zaten? Aşk; koşulsuz, şartsız Tanrı’nın yaratmış olduğu canlıyı yine Tanrı için sevmek değil midir? Gitmek sevilen için doğru olansa, buna kendi irâdenle râzı gelmek ve onun için çabalamak değil midir? Soralım kendimize, ben sadece kendimi düşündüğüm sürece aşkın tezâhür etmesi nasıl mümkün olabilir? Tanrı’nın yarattığı bu kutsal güzelliği, duyguları derûnî hissiyâtlar olmadan nasıl zuhûr etmesini bekleriz? Nitekim kendimize sorarsak bu soruları ve bunlara bir cevap alamazsak vay hâlimize...

Uzun zamandır gönlüme bu tür güzel hissiyâtı yaşatan nâdir bir olaydı bu. Sözlerimi yine şahsıma ait bir şiirle bitiriyorum:

Cemi âlem zevk ü sefâna âmâde sanma,
Bir sen yoksun kâinatta, nefsine aldanma!


Vesselâm.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aşka Dâir Efkâr

Ben kimim? Sahi nedir? Kimdir?

İmkansızlık