Kayıtlar

Nisan, 2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Hakikât

Yalanları yedi kat feleği deldi, Bühtânları göğü giryeye verdi. Eziyeti cânları şûleyi verdi, Bakın hele ettiğinize âdemoğulları. Abdallar Hakk yolunda cânından geçti, Dervişler çoğalttı, sırların’ serdi. Yaradandan geleni, kuluna dedi, Kulak verin söylenene âdemoğulları. Doğru yolu bulanlar, sırlara ermiş, Kuldan saklamaya âr-hayâ etmiş, Hakikâti göstermeğe ahd-peymân etmiş, Görün hele âşikârı ademoğulları. Ben de fânî kuluyum, dünyâ denen çölün, Yoktur gözüm zevkte, sefâda elim, Hakikâti bilirse, susmaz hiç dilim, Susun gayrı bîâr ademoğulları. Kars ilinde doğdum, Sâhî derler nâmıma, Dirhem dirhem kestiler, kastleri var cânıma. Yalan için vurdular, inanmadılar sözüme, Görün hele ettiğinizi ademoğulları.

Geldim

Ben de bu cihânda esen bir yeldim, Tozumu dumana kattım da geldim. Coşkunca çağlayan, akan bir seldim, Dağı-taşı önüme katıp da geldim. Yâr için yaralarım’ tuzladım durdum, Hasret ile gözlerim’ ısladım durdum. Gurbet elde yolların’ gözledim durdum, Deyin hele Tanrı için, evde mi yarim? Elâ gözlü dilberi özledim geldim, Aşkı ile sînemi közledim geldim. İnim inim inleyip sızladım geldim, Deyin hele Tanrı için, kimledir yarim? Âhım göğe ulaştı, dostu varmış; duyunca, Sedâm içime düştü, dostu ile görünce. Bir fettân sevmişim âh, ömrüm boyunca, Deyin hele Tanrı için, söner mi hârım? Sâhî’m dile düştün, aşkın' uğruna, Gurbet ele düştün, şevkin' uğruna, Susuz, çöle düştün; eşkin' uğruna, Deyin hele Tanrı için, döndü mü yârim?

Kavga

Sonsuz uçurumlarda yankınlandı sesimiz, Kargaşanın çekirdeğini oluşturdu sessizliğimiz. Susuyorduk, zulme rağmen güzel çocuklar için, Susuyorduk, yarın daha iyi olacak diyeydi ümidimiz. Sokaklara indiğinde, Açlıktan ölüyoruz diye ağlayan şişman bedenler Kaldırımlarda, sıska bedenleriyle izlediler, Çöpte bir kuru ekmek bulunca sevinenler. Ömrümüzden ömür çalıyorlarken, Canımızdan can alıyorlarken, Gözlerimizin içine baktılar. Baktılar hiç utanmadan Ve baktılar yüzümüzde oluşan mimiklere Tüm dikkatimizle onları izlerken. Evet, evet söyledim ya! Hiç utanmadılar, utanmadılar Bizleri soyup soğana çevirirken, Utanmadılar çocuklarımız açlıktan figan ederken. Yalanlar söylediler bize, Yüreğimizi karartan cinsten. Sömürdüler yarınlarımızı, Ümitlerimizi sömürdüler, Aç bir sülük gibi kanımızı emdiler. Emdiler ama zehirlenmediler, Çünkü yoktu içimizde zerre kötülük, Kanımızın saflığıyla beslendiler. Konuşturmadılar bizi, Doğruları söyletme

Sana...

Suyu dalgalandırmadan içer gibi, Nârin ve zarîf öpüyorum gözlerinden. Bilirim; İncitmez seni öpüşlerim, Ürkütmez elbette sevişlerim; Ama yine de titrerim üzerine Sevişlerim incitir diye seni. Gül dalı kadar incedir boynun, Âh, gül kırmızısından daha kızıldır Balkıyan yanağın. Dikensiz gül görmemiştim ben ömrümce, Ve görmemiştim bir çiçek dalı, Boynundan daha nahîf, daha ince. Tanrı ne de özenmiş seni ete kemiğe bürürken, Hummâlı gibi titreme sarar vücûdumu, Ufuktan bu yana, hırâm ederek yürürken. Tanrı bilir şâhit olmadık ne biz Ne bunca kurak toprak, böyle sevince. Kuru dallar meyve verir, Bahçeler çiçek açar, sûretini görünce. Bilmezsin tabiât için ne kıymetlidir, Yüzünde görmek bir tebessümü. Ve gözlerin; o güzel yüzünde, Engin bir gökyüzü. Her dilden cümleler dökülür, Her canlı bir isyân içinde kavgaya tutuşur Senin için. Ama bilirler, susarlar ve sonra uyarlar; Sen söyleyince son sözü...

Yalanlar

Yalanlar söyle bana, Ama her zaman söylediklerinden değil. Öyle yalanlar söyle ki, Tesîri bir ömür sürsün. Çok tüketme tâkadini, İnancımı yıkmak için. “Nasıl yaparım?” diye düşünme, Çünkü; harâbe bir evin, Sıska bir duvarı gibidir, Yıkılmaya yüz tutmuş inancım.

Konuşmadan

Hüznün içimde oluşturduğu karanlık, Seninle birlikte dağılır ya hani. Nasıl anlatırım ben bunun lezzetini? Nasıl anlatırım seni; Kuğuları, menevişleri anmadan? Işıltını nasıl anlatırım mesela; Siriustan, güneşten ve aydan söz açmadan. Nasıl bulurum seni, uyandığında Annesini bulamayan bir çocuğun Ağladığı gibi; Kaosa yol açmadan... Kaçmadan, Nasıl kurtulurum, Nasıl savaşırım senin hasretinle; Bilirim. Ve bilirim elbette, Seni anlamayı; Hiç hem de hiç dinlemeden. Şiirler, türküler okurun sana; Hem de hiç susmadan Ve hiç konuşmadan...

Tabîatım...

Kâinâtsın sen, kâinât... Kuşlar sende doğar, Sende büyür; Bülbül gülü sende tanır, Sende sever. Su içer âhûlar tabîatından ki onlar; Av, avcı nedir bilmeyen âhûlar. Öp serin rüzgârlarınla Ve gör; Kaç tomurcuk yeşerir gönlümde. Büyür gül olur, Büyür gülzâr olur. Büyür sünbül olur, Büyür papatya olur. En rezil kokan memleketlere Benefşe kokuları yayılır. Tabîat ananın gözleri dolar, Bizi görünce. Yüzünde iç sızlatan tebessümlerle Ellerini birleştirip koynuna basar. Sırtındaki mızrakların akıttığı kanı ağarır, Nice kurda, kuşa, hayvana Su olur cân verir. Çünkü senin aşkın: Ölüyü diriltir, Küçüğü büyütür, Yaşlıyı genç eder; Varlık seninle sürer. Tabîat ana kızlarından hiçbirine Düşkün değildir, Sana düşkün olduğu kadar. Ama bir ben kadar da Düşkün olamayacağını bilir, Hiçbir zaman...

Kader...

Yalanlarıyla dizginliyor Beni kader. İncecik ruhumla; Beni inciten, yazılmış olana İnanıyorum. İslâm’dır inancım. Kültürüm içinde yer etmiş, Bu İlâhî sancı. Bulamadım kendimde, Söküp atmaya O gücü. Derin derin fısıldıyor ruhuma, Kandırılmış ruhların Zehirli sesleri. Öfkemden geriye Yakıcı bir kor kalır. Niçin aldanır ruhum, Kalbim niçin inanır Bunca yalana? Tanrı’nın varlığı içimde; Kör bir kuşa döndü. Bir mucize mi beklemeliyim, Görsün diye o kuşu?

Lütuf

Gelmez bilesin cihânda, senin gibi kul yerine, Nice kullar râm eder, inanır mabûd yerine. Niçin bunca âşık, mâşukuyla sınanır, Tanrı bilir kaç bülbül, koyar seni mâşûk yerine. Güzelliğin eşsizdir, kıskandırır hûrileri, Seni gören güzeller, bakar melekler yerine. Elmas kıymetsiz kalır, o gözlerin’ yanında, Seyyâhlar çeşmin arar, billur gevherler yerine. Geceyi gündüz gibi, aydınlatır o nûr yüzün, Pencereden vurur şavkın, her gün afitâb yerine. Sen Hüdâ’nın lütfusun, bâde kadar kutsalsın, Sâhî kulun gülâb içer, bahçenden bâde yerine.

Hûr gibi doğarsın...

Leb-i afitâbın dahi kıskanır serv kaddin, Mâh dahi utanır görmeye afitâbcemâlin. Bir bakanı bir daha baktırır hüsnün, Muzlim bir ırmağa benzer zülfün. Sesini işiten defn eder gâmını, Bülbül işitse, onun sanır sedânı. Bir handen bahârları serer tüm cihâna, Sen gülerken hâcet eylemeyiz afitâba. Nice güller kokuna âşık olur bahârda, Bülbüller gül diye seni arar gülistânda. Şefkâtin tüm öksüzleri sarmaya yeter, Bulunduğun yerde merhamet tohumu biter. Bir nazarın bin kelâmdan dahi bahâ, Çeşmine bakınca kalmaz zerre tahâ. Varlığınla hayât bulur nice zehre, Saçlarında asılıdır hezaran zühre. Sâhi der, cemâlin benzer âsumâna, Hûr gibi doğarsın her gün hân u mâna.

Elâ gözlü yârim...

Seher vakti yine düştü hatrıma, Selâmım’ ilet sabâ, elâ gözlü yârime. Ciğerimi verdi onulmaz ateşlere, Selâmım’ ilet sabâ, elâ gözlü yârime. Hazânda solan yaprak misâlidir saçı, Muzlim kirpikleri ok, yay emsâlidir kaşı. Meleklerin şâhı özü, risâledir her sözü, Hasretim’ ilet sâbâ, elâ gözlü yârime. Kande arayayım, bilmem kimlere sorayım, Bir hâber etsinler bana, koşup yanına varayım. Âh ben bu ateşe, nereden su bulayım, Söyle tez gelsin sâbâ, elâ gözlü yârime. Geldi kondu bağıma, al koyunlu bülbül, “Gülüm” diye âh etti, kande dedim o gül. Yanmış firkât ateşine, olmuş bir tutam kül, Küle mi döndü yârim de, söyle sâbâ gönlüme. Sâhî’m kırdı belimi, âh şu gurbet elleri, Önüne kattı götürdü, gözümden yaş selleri. Kulağımda aks eder, yârin tatlı dilleri, Sen de türküm’ çığır sâbâ, elâ gözlü yârime.

Etme felek...

Etme felek bana zulüm, Dengin miyim ben senin? Gönül tattı, nedir ölüm, Çarhan’ söver her dem senin. Yâr sevdim yârdan ettin, Aklım’ aldın serden ettin, Gönül evim’ virân ettin, Dengin miyim ben senin? Duâmı tutarsın göğsünde, Bir hayır yoktur şerrinde, Yol bulunmaz şavkında, Kölen miyim ben senin? Gözümden akar yaşım, Dizimde kalmadı gücüm, Sıhhât gözler iki gözüm, Adûn muyum ben senin? Rast gitmez Sâhî’m işin, Kahbe felek çalar aşın, Sık sık, kaldı mı dişin, Yere düşer âhın senin.

Gönül yoluna kurbân...

Dünyâ yoluna mahkûm, giderim yayan, İstemem dünyânın zübdesine uyan, Her nasîbin vakti var, dayan gönül dayan, Ölüm Allah’ın emri, kul dediğin ona uyar. Meğer hâk-ı pâyın Hüdâ’nın iziymiş, Sendeki hikmetler bir sanat eseriymiş, Sâhî dediğin düşkün, âciz bir seferîymiş, Gönül yoluna kurbân, ne desen sana uyar.

Bilir misin?

Bilir misin, Nasıl çın çın ötüyor Hasret; Memleketimin bağrında? İyiye ve güzele Yalnıza, düşküne Kirletilmemiş Zehredilmemiş Bir yudum suya. Henüz toprağı Kahverengi çehresiyle görmemiş Kâdim bir anaya. Kardeşe, bacıya Civânmerd komşuya Haram değmemiş lokmaya...

Hârımsın

Yârımsın, mağmûm bağrımda hârımsın, Hasta düştüm aşkınla, sen âhuzârımsın. Derdim ve kederim bitmez hiç benim, Felek düşmân bana, sen çeşm-i âbımsın. Kim hayran olmaz ki hüsnün’ şavkına? Ben bendeyim sana, sen zulm-i kânımsın. Koyup gidişin beni, mutlak azâba saldı, Gayrı bîkesim ben, sen terk-i yârımsın. Hâkir Sâhî ne etsin, bu kudret karşısında; Bir düşkünüm cihânda, sen cihânbânımsın.